Bütünvideolarımızı izlemek için http://bahceci.com/cat/bahceci-tv Kısırlık ve Tüp Bebek videolarımızı izlemek için http://www.bahceci.com/cat/bahceci
Çocuklarlaİzlenecek Filmler. Çocuk Filmleri Nelerdir? Popüler Liste 2022! Softwaretr olarak çocukların ve yetişkinlerin birlikte büyük bir zevkle izleyeceği filmleri derledik. Son yıllarda gelişen teknoloji ile birlikte animasyon filmlerinde de büyük gelişmeler ve ilerlemeler Devamını Oku
SağlıkGöstergeleri - T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı - SBB. Sağlık Göstergeleri 2020-10-02T12:21:30+03:00. Ana Sayfa « Sosyal İktisadi Gelişmeler « Sosyal Göstergeler « Sağlık Göstergeleri. Nitelikli yatak oranı 2002 yılında yüzde 11,7 iken 2018 yılında yüzde 71,9’a çıkmıştır.
Cennet, insanın hicranına cevaptır. 09.01.2013 Süleyman Kösmene Cennet ve Cehennem, Mesnevi-i Nuriye. Merve Hanım: “Mesnevî-i Nûriye’de 206. Sayfada geçen şu cümleyi izah eder misiniz: ‘Sen bazı vecihlerden fenaya gittiğin zaman Hâlık-ı Rahman-ı Rahim’in ilminde, meşhudunda, malûmunda baki kalmaklığın senin bekan
Klasikdönemde fıkıh ilmi nasıl bir keyfiyet arz ediyordu, modern dönemde nasıl bir konuma evrildi? Klasik dönemde fıkhın oluşumunda nass ve içtihadın yeri-k
EnJrAe3. Fıkıh ilminde mezhepler sonrası gelişmeler nelerdir bu konuda sizlere kısa bilgiler oluşumundan zamanımıza kadar asırlar içinde fıkıh ilmi gelişmeye devam etmiştir. Fıkıh ilminin gelişmesini şu şekilde ele alabiliriza Teşekkül dönemi Bu dönemde mezhepler kuruluşunu tamamlamıştır. Mezheplerin usul ve ilkeleri ortaya konmuştur. Temel usul ve fürû kitapları yazılmış, bunlara göre öğrenci yetiştirilmiş ve sosyal-hukuki hayata yön vermişlerdir. Bundan sonraki dönemde fıkıh istikrar bulmuş bir yapı olarak faaliyetini sürdürmüştür. b İstikrar dönemi Bu dönemde mezhepler artık kurumsallaşmıştır. Meselelere mezheplerin bakış açısına göre çözüm aranmıştır. Bu çalışmalarda önceki müçtehit imamların yöntemlerinden yararlanılmıştır. Bu dönem, yaklaşık 925 yılında başlar ve 1869 yılına kadar devam döneminde yapılan çalışmaları şu şekilde maddeleştirebiliriz Usul çalışmaları önem kazanmış ve fıkıh konularının çözümünde bu usullere bağlı hakim olan genel kurallar belirlenmiş ve bunlarla Kavaid-i Külliye eserleri kaleme çıkan yeni meseleler, mezhebin bakış açısı ile cevaplandırılmış, bu şekilde eserler imamlarının sebep bildirmeden verdiği fetvalar için sebep ve illetleri tespiti tahric içindeki farklı görüşlerden daha kuvvetli ve uygulanabilir olanlar, tercih görüşlerini ihtiva eden temel kitaplar yazılmıştır. Daha sonra bunları genişçe izah eden ve mezhebi savunan şerhler ve haşiyeler eserlerinde geçen hadislerin tahrici yapılmış ve buhadislerin sıhhat durumu ortaya ihtiyaç duyduğu konularda müstakil fetva kitapları dönemde devletin hukuki işleri için kanunnameler ve fermanlar verilen hükümler, kayıtlara geçirilmiş ve böylece şer’iye sicilleri tarafından heyetlere resmî olarak hazırlatılan fıkıh kitaplarına örnek olarak, 1664-1672 yılları arasında Hindistan’da Hanefi mezhebine göre hazırlanmış olan Fetava-yı Hindiyye gösterilebilir. Bu arada Osmanlı Devletinde Şeyhulislam makamında bulunan âlimlerin yazdığı fetva kitapları da resmî kitap kabul edilmiştir. Bunlara Şeyhulislam Ebû’s-Suud’un Fetava adlı eserini örnek verebiliriz.
Fıkıh İslâm ibadet ve hukuk ilmi Tanımı Lugat manası iyi ve tam anlamak, bilmek, kavramak olan fıkıh kelimesi, belli bir İslâm ilmine ve ictimai kurumuna isim olmadan önce kavram değişiklikleri geçirmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de ondokuz yerde, muzari sıygası şimdiki ve geniş zaman kipi ile "iyi ve tam anlamak" manasında kullanılmıştır. Tefa'ul kalıbında bir kere geçtiği yerde1 ise "dini bilgi ve düşünce" manasını ifade etmektedir. Hadislerde, fi'l-tef'il, tefa'ul kalıplarında, "iyi anlamak, din ve Kur'an konularında bilgi sahibi olmak" manasında "...kendisinden daha anlayışlı kimseye fıkıh aktaran niceleri vardır" mealindeki hadiste3 ise kelime, anlamaya dayalı bilgi yanında Kur'an ve Sünnet bilgisi rivayet manasını da ihtiva etmektedir. Ancak daha yaygın olarak "re'y ve fetva" ile birlikte fıkhın, "Kitab ve Sünnet'ten çıkarılan mana ve hüküm" karşılığında, "ilim, rivayet ve hadis"in ise doğrudan kitab ve Sünnet ayet ve hadis bilgisi karşılığında kullanıldığı Önce çocuğun dünyaya gelmesi, sonra ona uygun bir ismin bulunup konulması gibi evvela Müslümanların hayatında dinin iman, ibadet ve ictimai hayatla ilgili bilgileri ve bu bilgilerin uygulaması var olmuş, sonra da bu bilgileri kaynak bilgisinden Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'ten ayırmak üzere bir isim aranmış, bunun için de "fıkıh" uygun bulunmuştur. Ana kaynaklardan zihni çaba ile elde edilen dini bilgilerin hemen tamamına kişinin hak ve yükümlülüklerinin bilgisine "fıkıh" isminin verilmesi ve bu manada fıkhın terim haline gelmesinin tarihini Ebu-Hanife zamanına kadar uzatan kayıtlar Fıkhın bu geniş manası en azından beşinci asra kadar devam etmiş, bu arada iman ve itikad konusuyla ilgili bilgiler "el-Fıkhu'l-ekber, ilmu't-tevhid, ilmu-usuli'd-din" gibi isimlerle anılan ayrı bir ilim dalının konusu haline geldiğinden tek başına fıkıh terimi, dinin füruuna ilmihal ve İslâm hukuku bilgilerine tahsis edilir olmuştur. İmam Şafiî'ye nisbet edilen "Fıkıh, dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir" şeklindeki tarif giderek yaygınlık Kapsamı ve tasnifi Fıkıh, dinin füruuna, ameli hayata ait bilgileri ve hükümleri ihtiva eden ilim dalının adı olduktan sonra da kapsamı oldukça geniş kalmış, çağımıza kadar "ilmihal, hukuk ve hukuk metodolojisi, ekonomi, siyaset, idare" bilimleri ve bu bilimlerle ilgili kurumlar, İslâmî ilimler sayımında "fıkıh" branşı içinde görülmüş ve incelenmiştir. Fıkıh usulü usulü'l-fıkh, usulü't-teşrî' ismiyle bilinen ve dünyada ilk defa Müslümanlar tarafından tedvin edilen ilim dalı baştan beri bize kadar gelen ilk örneği İmam Şafi'î'nin er-risale'sidir ayrı tedvinlere ve kitaplara konu olmuştur. Ondokuzuncu asra kadar fıkıh bütünü içinde kalan diğer dallardan bazıları, ya eğitim-öğretim gereği, yahut da pratik ihtiyaçlar sebebiyle -genel fıkıh kitapları içinde de bulunmakla beraber- ayrı isimlerle yazılan müstakil kitapların mevzularını teşkil etmiştir. İdare, anayasa, vergi ve kısmen cezayı ihtiva eden "el-Ahkâmu's-sultaniyye, es-Siyasetu'ş-şer'iyye", devletler hukukunu ihtiva eden "es-Siyer", daha ziyade vergi hukuku ile ilgili bulunan "el-Harac ve el-emval", miras hukukunu ihtiva eden "el-Feraiz", resmî ve hukukî yazışmaları, senetleri vb. vesikaları ihtiva eden "eş-Şurût", bir çeşit mukayeseli hukuk demek olan "el-hilaf", hukuk felsefesine tekabül eden "Hikmetu't-teşrî" bu ayrılan dalların ve özel kitaplara konu olan fıkıh konularının başlıca örnekleridir. Ondokuzuncu asırdan itibaren Batı'nın etkisiyle kanunlaştırma hareketi başlayınca çıkarılan kanunlara paralel olarak yeni müstakil fıkıh dalları oluşturmuştur el-Ahvâlu'ş-şahsıyye şahsın hukuku ve aile hukuku, Münâkehât-Muferaqât aile hukuku, el-Ukûd ve'l-iltizâmât borçlar hukuku, el-Cinâyât ceza hukuku, ed-Düstûr veya Nizamu'l-hukm anayasa hukuku da bu değişimin örnekleridir. Fıkıh, Roma Hukuku kaynaklı Batı hukuklarının benimsediği "kamu ve özel" hukuk ayrımını kullanmamıştır. Fıkıhta da kamu hukuku kavramına yakın olarak "Allah hakları" sayılan hukuk alanı ve özel hukuk kavramına yakın olarak "kul hakları sayılan" hukuk alanı mevcuttur; ancak fıkıh tedvin edilirken bu tasnif esas alınmamış, bunun yerine Müslümanların ameli hayatlarındaki ihtiyaçtan hareket edilmiş, önce ibadetler ibâdât, sonra hak ve borç ilişkileri mu'âmelât, daha sonra da ceza hukuku cinâyât, ukûbât ile ilgili bilgilere ve hükümlere yer verilmiştir. Vasiyet ve miras hukuku, hak ve borç ilişkileri çerçevesine girdiği halde, insan hayatının sonunda gerektikleri için fıkıh kitaplarının da sonlarına konulmuştur. Tasnif genellikle bu şekilde olmakla beraber bazı müelliflerin farklı yollar tuttukları ve mesela ceza hukuku bölümünü sona aldıkları Özellikleri Mukayeseli olarak bakıldığında fıkhın İslâm Hukukunun, beşerî hukuklara göre şu özellikleri taşıdığı görülmektedir a Kaynağı itibariye ilahidir, Kur'an-ı Kerim'de ve sahih hadislerde ifadesini bulan vahye dayanmaktadır, gerek Hz. Peygamber'in ve gerekse diğer alimlerin ictihadlarına dayanan fıkıh da ilhamını, ölçüsünü vahiyden almaktadır. b Diğer hukuklarda hukukî ve cezaî müeyyidlerin etkisi dünya hayatı ile sınırlıdır. İslâm hukukunda ise müeyyideler dünya hayatı ile sınırlı kalmayıp ebedi hayata da taşınmaktadır. Ayrıca iyi niyetle kanuna itaatın bir de sevabı vardır ki, bu müeyyidenin yanında teşvik olarak önemli bir rol üstlenmektedir. Müeyyide ve sevabın, fert-Allah ilişkisine yansıyan kısmı vicdanların eğitilmesinde, kanuna itaatın aynı zamanda bir iman ve kulluk vazifesi olarak algılanmasında etkili olmaktadır. c Fıkıhta kanun koyucu Hakim Allah'tır. Kulların salahiyeti, ilahi kanunu hükmü araştırıp bulmak, keşfetmektir; ictihad beşerin kendinden hüküm koymasını değil, ilahi hükmü bulup ortaya çıkarmasını sağlar. Her müctehidin ictihadı kendisi için kanun gibidir; devletin hukukî hayatında uygulanacak ictihadı belirlemek ise yönetime aittir. d Aşağıda gelecek olan tasnif sistematik Fıkh'a mahsustur. e Her hüküm ve uygulamada ilahi iradeyi aramak ve bulmaya çalışmak esas olduğu için fıkıh, nazariyeler ve kapsamı geniş normlar üzerine bina edilememiş, her bir meseleyi ayrı olarak ele alıp hükme bağlama yolunu kazuistik, meseleci metodu tercih etmiştir. f Toplum hayatının bir kısım ilişkilerini de düzenleyen fıkıh, değişmez ilahi hükümler ile değişen toplum ilişkilerini düzenleme imkânını, her mesele için bir bağlayıcı hüküm yerine bunlar oldukça azdır geniş çerçeveli hükümler getirerek, zaruret ve kamu yararına mesalih riayet edilmesini isteyerek ve ictihada geniş bir alan bırakarak bulmuştur. Kaynağı Fıkhın kaynağı, fıkha tesir eden çevreler konusu araştırılırken doğuş ile gelişmeyi ve buna bağlı olarak da fıkhın devrelerini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Farklı iddialar bulunmakla beraber fıkhın doğuşunda, usul ve füru' olarak ortaya çıkışında en önemli, bağlayıcı, diğer tesirler için de belirleyici kaynak vahiydir. Kur'an-ı Kerim ve kısmen hadisler içinde ümmete intikal eden vahiy, insan-Allah, fert-toplum arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde de birinci kaynak olmuş, başka tesirler bu kaynağın süzgecinden geçtikten ve meşruiyet vasfını buradan aldıktan sonra İslâmî hayatı etkileyebilmiştir. Fıkhın ibadet, helal-haram konuları dışında kalan bölümleri ile bunlara dayalı kurumların, İslâm tarihi boyunca diğer kültür ve medeniyetlerden etkilenmiş olması ihtimalden uzak değildir, hatta -sınırı tartışmalı da olsa- vakidir. Fıkıh ile diğer muasır ve doğuşu itibariyle ona tekaddüm eden hukuklar Roma, Sasani, Cahiliyye, Yahudi Hukukları arasındaki tesir konusunda üç gruba ait, üç ayrı tez tartışılmıştır Goldziher, Von Keremer, Sceldon Amos, Sava Paşa gibi müsteşriklere göre İslâm Hukuku manasında fıkıh, Roma Hukukundan iktibas edilmiştir. İslâm Hukukunun Yahudi hukukundan aldığı kısımlar da aslında Roma Hukukuna aittir, önce Yahudi Hukukuna geçmiş, buradan da İslâm Hukukuna intikal etmiştir. Buna karşı bazı Müslüman müelliflerin tezi, İslâm Hukukunun başka bir hukuktan etkilenmediği, aksine daha sonraki devirlerde önce İspanya yoluyla Roma Hukukunu8 ve Batı devletler umumi hukukunu9 daha sonra da Fransız,10 İngiliz,11 hatta İsrail Hukuklarını12 etkilediği şeklindedir. Schacht, S. D. Goitein, S. V. Fitzgerald, H. G. Bousquet gibi bazı müsteşriklerin de aralarında bulunduğu, çoğunu Müslüman hukuk tarihçilerinin oluşturduğu üçüncü guruba göre, İslâm Hukuku, doğuşu itibariyle orijinaldir, vahye dayanır, hiçbir yabancı hukuktan iktibas edilmiş değildir, tesir daha sonraki dönemlere ait olup daha ziyade kamu hukuku alanındadır ve bu da oldukça sınırlıdır. İktibas tezini savunanların dayandığı deliller şunlardır 1. Hz. Peygamber, Şark'ta, Roma'nın hakimiyeti altında bulunan Suriye bölgesi yoluyla Roma-Bizans Hukukunu öğrenme imkânı bulmuş, bu hukuktan alıntılar yapmıştır. 2. Kayseri, İstanbul, İskenderiye ve Beyrut'ta Roma Hukukunu öğreten medreseler ve bu bölgelerde mezkür hukuku uygulayan mahkemeler vardı, bu merkezler Müslümanların eline geçince Evza'î ve Şafi'î gibi ilk İslâm hukukçuları bu medrese ve mahkemelerden Roma Hukuku'nu öğrenmiş ve İslâm Hukukuna aktarmışlardır. 3. Eskiden Romalıların yönetiminde bulunan bölgelerde Roma Hukuku, halkın örf ve adetine sızmış, aynı örfü hukuki uygulamalara temel kılan fıkıhçılar yoluyla İslâm Hukukuna geçmiştir. 4. Cahiliyye ve Yahudi-Talmûd Hukuku daha önce Roma Hukukundan etkilendiği içinde, bunlardan iktibaslarda bulunan İslâm Hukuku dolaylı olarak Roma Hukukunu da almıştır. 5. Bu iki hukuk arasındaki karşılaştırmalar önemli benzerlikleri ortaya çıkarmaktadır; bu da sonrakinin öncekinden aldığını göstermektedir. Buna karşı, İslâm hukukunun doğuşunu kendi kaynaklarına borçlu olduğunu, özellikle bu dönemde başka hukuklardan etkilenmediğini savunanların, tarihi vakıalara dayalı cevapları vardır 1. Hz. Peygamber, Roma Hukukunun yazıldığı dilleri bilmezdi, hatta okuma yazması da yoktu, 8 yaşında bir çocuk iken yaptığı seyahat sayılmazsa Suriye'ye 24 yaşında gitmiş ve15 gün kadar kalmıştı, böyle bir gence onbeş günde Roma Hukuku öğretilemezdi. 2. a Jüstinyen 533 yılında bir emirname ile Roma, İstanbul ve Beyrut dışındaki medreseleri kapatmıştı. Açık kalan medreselerinden Roma'yı Müslümanlar hiç fethetmediler. İstanbul'u ancak 1453'te aldılar. Beyrut medresesi ise İslâm fethinden çok önce tarihe karışmıştı. b Evza'î Beyrut'a, Şafi'i de Mısır'a ancak hayatlarının sonlarına doğru gelip yerleştiler, bundan çok önce İslâm hukukunun doğumu ve gelişmesi gerçekleşmişti. c İslâm, gayr-i müslimlere hukuk seçme hakkı verdiği ve bu hak sahiplerince fiilen kullanıldığı kendi mahkemelerinde yargılandıkları için mahkemeler yoluyla etki iddiası da mesnetsiz kalmaktadır. Miladi beşinci asra ait olup Hz. Ömer'in Suriye'yi fethinden sonra burada yaşayan Hristiyanların mahkemelerinde kanun gibi kullandıkları Suriye-Roma Kodu üzerinde yapılan mukayeseli bir araştırma, bu iki hukuk arasındaki önemli farklılıkları ve tesir ihtimalinin uzaklığını ortaya koymuştur13 3. İlk fıkıh âlimlerinden hiçbirinin Roma Hukukunu bildikleri ve çalışmalarında bu hukuka atıf yaptıkları sabit değildir. İslâmın fethettiği ülkelerde yaşayan örf ve adetler yoluyla tesir, sınırlı ve İslâmın amaçlarına ve talimatına uygun olmak kaydıyle mümkün ise de bunu, yalnızca Roma Hukukuna inhisar ettirmek vakıaya uygun düşmemektedir; bu manada daha ziyade cahiliyye hukuku ve kısmen Sasani hukukundan söz etmek daha yerinde Ayrıca bu tesir, bir hukukun asliyyetine özgünlüğüne halel getirmez. 4. Talmûd yoluyla tesir iddiası tutarsızdır; çünkü Roma-Bizans hukuku üçüncü asırdan sonra Talmûd'dan etkilenmiş, bunun aksi varit olmamıştır. Ayrıca Talmud hukuku ile fıkıh arasındaki cüz'i ve muhtemelen tesadüfi benzerlikler karşısında daha çok ve önemli farklılıklar mevcuttur. 5. Roma Hukuku ile İslâm Hukuku arasındaki benzerlikleri iktibas ve istifadeye delil kılmayı engelleyen "sistem, kurum ve norm" farkları vardır a Roma Hukuku laik karakterli olup eşhas, eşya ve kaza bölümlerine ayrılmaktadır. Fıkıh vahye dayanır, ibadet, muamelat ve ukubat taksimini benimsemiştir. b Roma Hukukunda pederşahiliğe bağlı aşırı baba hakimiyeti, koca hakimiyeti, evlat edinme kurumu vardır; İslâm hukukunda bunlar yoktur. Vakıf, şüf'a, süt kardeşliği, hisbe, ta'zir, borcun havalesi fıkha mahsustur. Fıkıhta erkek birden fazla kadınla evlenebilir, talâk kocanın hakkıdır, mirasta erkek genellikle kadının aldığının iki mislini alır, varis murisin borçlarını yüklenmez halefiyet yoktur, hukukî işlemlerde şekil şartı asgari boyutlara indirilmiştir. Roma Hukuku bütün bu hüküm ve normlarda farklılık arzetmektedir. Buraya kadar özetlenen tesir iddiaları konusunda yapılan araştırmalar müsteşriklerin hüküm değiştirmelerine sebep olmuş, sonuç şu cümlelerde ifadesini bulmuştur "...bununla birlikte İslâm'ın, mülkiyet, akitler ve borçlar hukukunun anahatlarını, İslâm öncesi Araplarının örfî hukukunun bir parçasının teşkil ettiği sanılmamalıdır. Böyle bir faraziyenin dayandığı düşünce, İslâm Hukuku tarihine ait yeni araştırmalar neticesinde geçerliliğini kaybetmiştir... İslâm fıkhı, mevcut olan bir hukuktan doğmamış, kendi kendisini İslâm Hukuku yapısı, içeriği, kategori ve kavramları itibariyle, buraya kadar incelediğimiz hukuklara Roma-Cermen, Sosyalist hukuklar, Common Law nazaran büyük bir orijinallik taşır... Asıl olan İslâm Hukukunun diğer hukuklar ve özellikle kendisi gibi dini olan Kanonik Hukuk nazarında arzettiği fevkalade orijinal yapısıdır. Böyle bir kaynağı bulunmayan bütün sistemlere nazaran İslâm Hukukunun vahiy niteliği onun en belli başlı karakterini oluşturur."16 Tarihçesi Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde kimi zaman kişiler ve nesiller, kimi zaman da siyasî, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamış. Bu sebeple fıkhın dönemleri "Hz. Peygamber, sahabe, Abbasiler, Selçuklular, Moğol İstilasından Mecelle'ye ve Mecelle'den günümüze" şeklinde, adlandırılmış ve sıralanmıştır. Hz. Peygamber'in devri, fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Devrin hicretten önce Mekke'de geçen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlak konuları üzerinde durulmuş, bir manada alt yapı oluşturulmuştur. Dönemin bu kısmı 610-622 yılları arasında nihayete ermiş, Hz. Peygamber'in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine'de İslâm, Allah-ferd ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile, miras ile alakalı, diğer taraftan da anayasa, ceza, muhakeme usulü, muamelat hak ve borç ilişkileri, devletlerarası münasebetlerle ilgili hükümler, kaideler vazedilmiştir. Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu a İlahi hükmün açıklanmasını gerektiren bir hadise meydana geliyor veya sual soruluyor, bunun üzerine ya bir ayet nazil oluyor, yahut da hüküm Hz. Peygamber'e bildiriliyor, O'da kendi söz ve üslubu sünnet ile hükmü açıklıyor, uyguluyordu. Bazen vahiy de gelmiyor, Hz. peygamber, Allah'ın iradesi ile ilgili irfan ve tecrübesine dayanarak ictihad ile bir uygulamada bulunuyor, eğer hata ederse dinin vazıı Allah tarafından tashih ediliyordu. Kur'ân-ı Kerim'de "yes'elûneke Senden soruyorlar" ifadesi onbeş defa geçmektedir ve bunların sekizi fıkıh konularıyle ilgilidir. İki defa da "yesteftûneke Senden dini hükmü açıklamanı istiyorlar" ifadesine yer verilmiştir. Esbabu'n-nüzul kitaplarında, vahyin gelmesine ve dini hükmün açıklanmasına sebep olan birçok örnek hadise zikredilmektedir. b Bir hadise veya sual beklenmeden, ilahi plandaki yeri ve zamanı geldiği için bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu; çünkü İslâm'ın amacı yalnızca belli bir sosyo-kültürel düzeydeki toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değildi; o, hem muhatabı olan toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor, hem onları geliştiriyor, hem de evrensel hüküm ve değerler getiriyordu. Fıkhın bu devresine ait üç özelliği vardır Tedrîc, kolaylık ve nesih. Tedrîc hükümlerin zamana yayılarak, toplumun hazırlanması ve hazmı sağlanarak derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek tamamlanmasıdır. Zaman açısından tedrîc yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz, zekat, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir. Kolaylık yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak din ile muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, tekamül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme ve kolaylaştırmayı esas almaktır. İbadetlerin günün kısa sayılacak parçalarına dağıtılması, insanların tabiî ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mübah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma zaruret halinde haramların mübah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir. İslâm alimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup, sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir. Fıkhın usul ve fürû' kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması, kitaplara geçirilmesi tedvin ve tasinfi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber gerek usulün ve gerekse fürû'un temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere Allah'ın hüküm ve iradesi bu arada fıkıh ile ilgili hükümler kullarına ya Kitabı Kur'ân-ı Kerim, ya Peygamberi Sünnet, ya bunlar üzerinde düşünme, kafa yorma ictihad kıyas, istidlal yahut da bunlardan birine dayalı ittifak icma yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk ikisi tamamlanmış; Kur'ân-ı Kerim baştan sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş, ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Sonraki dönemlere de ışık tutan ve örnek olan fürû' ibadetler ve sosyal düzenle ilgili hükümlerin, bilgiler ve talimat oldukça çoktur. Ayetlerin açık ve doğrudan hüküm getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili ayet sayısı iki yüz civarındadır. Ancak çeşitli istidlâl yollarıyle ulaşılabilen hükümler göz önüne alındığında sayı artmaktadır. İbnu'l-Arabî'nin Ahkâmu'l-Kur'an'ı fıkıh hükümleri getiren ayetlerle ilgilidir, eserde 105 sureden 864 ayet üzerinde durulmuş, bunlardan çeşitli hükümler Fıkıh kaynağı olarak Sünnet, Kur'an-ı Kerim'in açıklama gerektiren ayetlerini açıklamakta, temas etmediği konularda, doldurulması gerekli boşlukları doldurmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de genel çizgilerle anlatılan İman ve İslâm konularının, namaz, oruç, hac, zekat gibi temel ibadetlerin ve benzeri hükümlerin geniş açıklamaları ve uygulama örnekleri, sünnetin açıklama vazifesinin; fıtır sadakası, vitir namazı, bazı cezalar, kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının yasaklanması, ehli eşek etinin haram olması, oruç bozmanın keffareti gibi yüzlerce örnek de boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır. İbnu'l-Kayyim'in tesbitine göre fıkıh hükümlerine esas teşkil eden hadislerin sayısı beşyüz civarındadır, bu temel hükümlerle ilgili hadisleri açıklayan, tafsilat veren, kayıt ve şartları bildiren hadislerin sayısı ise dört bine Fıkhın füru kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında gusül, abdest, necasetten taharet, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler vardır. Medine döneminin birinci yılında hutbe, ezan, nikah, cihad, belediye nizamı; ikinci yılında oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri, boşanma; dördüncü yılında yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, recim, toprak ıktâ'ı, teyemmüm, iffete iftira kazif cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve umre; beşinci yılında yağmur duası ve namazı, îlâ kadına yaklaşmama yemini; altıncı yılında milletlerarası anlaşmalar, hac ve umre yolunda engellenme ihsar, içki ve kumarın yasaklanması, zıhar eşini anasına benzetme şeklinde bir yemin, vakıf, isyan ve haydutluğun cezası; yedinci yılında ehli eşeğin, dişi ve pençesiyle avlanan etoburların haram kılınması, zirai ortaklık; sekizinci yılında Mekke'nin kutsiliği ve dokunulmazlığı, kısas, içki satışının ve geçici nikahın yasaklanması, hukuk karşısında insanların eşitliği, kabir ziyaretine izin verilmesi; dokuzuncu yılında çıplak tavafın yasaklanması, mülâ'ane; onuncu yılında insan haklarının ilanı, vasiyet, neseb, nafaka ve borçla ilgili bazı hükümler, cezanın şahsiliği, faiz yasağı hükümleri Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir kırılma noktasıyle, hulefa-i raşidin ve emeviler şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her iki dönemde de fıkıh sahasında belirleyici nesil sahabe olmakla beraber, siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından hilafetin saltanata dönüşmesi önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Raşid halifeler devri dinî hayatın, İslâm'ın insanlığa getirdiği inkılabın tekamül devridir; bu dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Emeviler devrinde ise fazilet ve manevi tekamülün yerini siyasî istikrar ve maddi gelişme almaya başlamış, kültür karışması, saltanat ve siyasî baskıların doğurduğu muhalefet havaric ve şî'a özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce ve teorilere zemin hazırlamıştır. Raşid Halifeler döneminde fıkhın kaynakları bakımından önemli bulunan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahabe ictihadının, Hz. Peygamber'e arzı ve tasvibinin alınması imkânının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan böyle fıkıh, Kitap ve Sünnetin sınırlı nasları ile rey ictihadına dayanmaktadır. Bu devirde reyin manası, Kitap ve Sünnetin hükmünü açıklamadığı meseleleri, nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına dayanarak, bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır. Terim olarak adları konmamakla beraber sonradan "istihsan, istıslah, örf, kıyas" isimlerini alan metodlar da "rey" çerçevesi içinde kullanılmıştır. Birinci ve ikinci halifeler, ihtilafı azaltmak, birliği sağlamak ve Şari'in maksadına isabet ihtimalini arttırmak için bilhassa kamu hukuku alanında danışmaya istişare, meşveret, şura başvurmuşlar, danışmanın aksamaması için Hz. Osman devrine kadar halifeler, şura üyelerinin Medine'den ayrılmalarına izin vermemişlerdir. Şura ictihadları, ferdi ictihadlardan daha kuvvetli ve bağlayıcı telakki edilmiş, ferdi ictihadlar ise yalnızca sahiplerini bağlamış, ictihada kadir olmayan başkaları için seçeneklerden biri olmuştur; bu anlayış ve uygulama yanında diğer sosyal, kültürel ve siyasî şartlar da henüz oluşmadığı için sonradan görülecek olan mezhebler doğmamıştır. Dinî-ictimaî bir kurum olarak mezheb şeklini almasa da sahabe arasında ictihad ve hüküm farkları bu manada müctehid sayısı kadar mezheb vardır. Bu ihtilafın başlıca sebepleri, fetihler ve başka sebeplerle Medine'den uzakta bulunan sahabenin vahiy kaynağına dayalı bilgi eksiklikleri, vahiy kaynağından elde edilen bilginin farklı anlaşılması, yanılma, unutma ve çelişik gibi gözüken nasları farklı şekillerde Aksine iddialar bulunmakla beraber sahabenin tamamını müctehid derecesinde fıkıh alimi olarak değerlendirmek mümkün değildir. Hatta kendilerinden daha bilgili ve zeki fakih olanlara fıkıh malzemesi taşıyan sahabe ile bu malzemeyi anlayan, yorumlayan ve yeni hükümler çıkaran sahabe, yüzbini aşkın ashab arasında azınlığı teşkil Verdikleri fetva sayısı bakımından sahabe fıkıhçıları üç guruba ayrılmıştır Fetvalarının sayısı birer büyük cilt teşkil edecek kadar çok olan sahabe Ömer, Ali, İbn Mes'ud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Aişe'dir. İçlerinde Ebu-Bekir, Osman, Ebu-Musa, Talha, Zübeyr gibi isimlerin bulunduğu yirmi kadar sahabinin verdikleri fetvalar birer küçük kitabı dolduracak sayıdadır. Üçüncü gurupta yer alan yüz yirmi kadar sahabinin verdikleri fetvaların tamamı bir cilde sığacak Bu dönemde ictihad ederken, fetva verirken bazı kaidelere ve ilkelere riayet edilmiş, bunlar daha sonraki devirlerde birçok fıkıhçıya örnek olmuştur a Sahabe, vahiy kaynağına danışmadan ve tasvibine arzetmeden yapılacak rey ictihadının kapısını açmıştır, Hz. Ömer'in Ebu-Musa'l-Eş'ari'ye gönderdiği mektup bu konuda önemli bir b Sahabe ictihad ve rey yoluyla vardıkları hükümleri kesin görmemiş, Allah ve Resulüne nisbet etmemiş, bu iki kaynağın açık hükümlerinden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir. c Henüz nazarî fıkıh başlamamıştır; fıkhı ilgilendiren hadise ve ilişki vukubuluncaya kadar beklenmekte, ameli ihtiyaç ortaya çıkınca hüküm bulma çabasına girişilmektedir. d Belli bir illete ve hikmete bağlı bulunduğu bilinen hükümler, illet ve hikmetin değiştiği sabit olunca değiştirilmiş, ayrıca kamu düzenini korumak hak ve adaleti gerçekleştirmek, zaruretleri gidermek maksadıyle bazı hükümler askıya alınmıştır; müellefe-i kulub, üç talak, diyet miktarı, hırsızın elini kesme, zenaatkârlara zayi ettikleri müşteri malını ödetme gibi konularda Hz. Ömer'in uygulamaları bu tutum ve yaklaşımın örnekleridir. e İktisadî ve ictimaî şartların değişmesi sebebiyle aynen uygulandığı takdirde şeriatın amaçlamadığı kötü sonuçlar doğuracak cevaz hükümleri ve seçenekler uygulanmamıştır; ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin menedilmesi, Suriye ve Irak topraklarının ganimet olarak gazilere dağıtılmaması, Hz. Osman'ın Mina'da namazı, halkı yanlışa düşürmemek için iki rek'at değil de dört rek'at kılması ilgi çeken örneklerdir. f Sahabe bazı olay ve ilişkileri Hz. Peygamber'in hükmüne konu olanlara benzeterek kıyas ederek, benzemeyenleri de "iyidir, hayırlıdır, maslahattır" diyerek hükme bağlamışlardır; zekat vermeyenlere karşı savaş, Kur'an-ı Kerim'in bir mushafta toplanması, cuma için dış ezan, fiatların sınırlandırılması bu usul ile üretilmiş hükümlerdir. Müsteşriklerin ısrarlı inkârlarına ve olumsuz yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde yapılan araştırmalar, diğer temel İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da tedvinin Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugün anlaşıldığı manada fıkıh risalelerinin yazımı, sahabe devrinin sonlarında başlamış ve Emeviler döneminde gelişmiştir, ancak bu risalelere ve daha sonraki dönemlerde kitaplara tasniflere kaynaklık eden fıkıh yazıları daha önceden başlamıştır. Prof. Sezgin bu gerçeği ortaya çıkaran önemli örnekler tesbit etmiştir a Hişam, babası Urve b. Zübeyr'in çok sayıda fıkıh yazmasına sahip bulunduğunu, bunların harre olayında 63/6873 yandığını ve babasının buna çok üzüldüğünü ifade etmiştir. b Resulullah'ın bir kısım sahabeye yazılı talimat verdiği veya gönderdiği bilinmektedir. Ömer b. Abdulaziz halife olduktan sonra, vergi ve sadaka konusunda biri Resulullah'a, diğeri Hz. Ömer'e ait bulunan iki yazının bulunmasını emretti, yazılar bulununca birer nüsha çıkarılmasını istedi ve yazıların aslı, Ebu-Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm'de kaldı. Dede Amr, Hz. Peygamber'in bu yazısından daha önce söz etmişti. c Enes b. Malik, birinci Halife'den, vergi ve zekatla ilgili bir mektup almıştır. d Hz. Ömer'in torunu, dedesinin vefatından sonra onun metrukâtı arasında, hayvanların zekatı ve vergisi ile ilgili bir yazı bulduklarını bildirmiştir. e Hz. Ali'nin oğlu İbnu'l-Hanefiyye, babasının, Hz. Osman'a götürmesi için kendisine bir yazı verdiğini ve burada, Hz. Peygamber'in zekatla ilgili talimatının bulunduğunu ifade etmiştir. f Eski kaynaklarda Resulullah'ın teşri usulünü anlatan ve Sa'd b. Ubâde tarafından muhafaza edilen bir kitaptan bahsedilmektedir. g Hz. Ömer'in, biri Ebu-Musa'ya, diğeri de Muaviye'ye hitaben yazdırdığı, kaza konusuna ait iki mektubu pek çok kaynakta zikredilmiş ve metinleri Beşinci Halife Hz. Hasan'ın, Muaviye lehine hilafetten çekilmesiyle başlayan ve 132/750 yılına kadar süren Emeviler devrinde önce yaşlı, sonra da genç sahabe nesli ahirete intikal etmiş ve bunların yerini tabiun nesli almıştır. Hz. Ömer'in Kur'an bilgisini yaygınlaştırmak ve ona yabancı bir unsurun karışmasını engellemek için yasakladığı hadis rivayeti, ondan sonra sahabenin İslâm dünyasına dağılmaları ve gittikleri yerlerde Hz. Peygamber'den gördüklerini ve işittiklerini nakletmeleri sebebiyle yeniden başladı ve bu arada çeşitli maksatlarla hadis uydurma olayı da baş gösterdi. Raşid halifeler devrinden farklı olarak Emevilerde, bilhassa kamu hukuku alanında Kitap ve Sünnet'in lafız ve ruhundan sapmalar görüldü,25 artık yönetim ve sosyal hayat, yaşayan sünnet olarak İslâm'ı yansıtmıyordu, bu durumun yaygınlık kazanmasının İslâm'a zarar vereceğini düşünen sahabe ve tabiun Hicaz'da ve özellikle Medine'de toplanarak sahih hadisleri derlemeye başladılar. Aynı maksatla hadisenin vücuda gelmesini beklemeden hazır ve nazari fıkıh hükümleri üretildi. Sahabenin yetiştirdiği tabiun nesli müctehidleri üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak iki gruba ayrıldılar Hicazlılar Hicaziyyun ve Iraklılar Irakıyyun. Büyük tabiun devrinde bu iki guruptan birincisinin imamı Sa'id b. el-Meseyyeb 94/712, ikincisinin imamı ise İbrahim en-Nehai'i 96/714 idi. Sahabeden İbn Mes'ud Irak'a gelerek Kufe'ye yerleşmiş, burada muallim, hakim ve müftilik vazifelerini ifa etmiştir. Hz. Ali halife olunca hilafet merkezi Medine'den Kufe'ye taşınmıştır. Hz. Ali buraya intikal etmeden önce -İbn Mes'ud'dan başka- sahabeden Sa'd b. Ebi-Vakkas, Ammar b. Yasir, Ebu-Musa'l-Eş'arî, el-Muğire b. Şu'be, Enes b. Malik, Huzeyfe, İmran b. Husayn gibi sahabiler, Hz. Ali ile birlikte de İbn Abbas gibi sahabiler gelmişlerdir. Iraklılar fıkhı bunlardan öğrendikleri ve bunlar sayesinde Sünnet'in tamamının Irak'a intikal ettiğine inandıkları için kendilerini Medine fıkıhçılarına denk saymış ve birçok konuda onlardan farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Medine'de ise daha çok sayıda sahabe vardır; Resulullah Huneyn gazvesinden döndükten sonra Medine'de oniki bin kadar sahabe bırakmış, bunların on bini ömürlerini burada tamamlamışlar, iki bin kadarı da diğer İslâm bölgelerine dağılmışlardır. Medine'de fıkıh ve hadis bilgisi aktaran sahabenin ileri gelenleri Ebu-bekir, Ömer, Osman, Ali Kufe'ye gidinceye kadar, Zeyd b. Sabit, Aişe, Ümmü-Seleme, Hafsa, İbn Ömer, Übeyy, Talha b. Ubeydillah, Abdurrahman b. Avf, Ebu-Hüreyre; Mısır'da Zübeyr b. el-Avvam, Ebu-Zer, Amr b. el-As, Abdullah b. Amr; Şam'da Muaz, Ebu'd-Derdâ Muaviye, Kuzey Afrika'da Ukbe b. Amir, Muaviye b. Hudeyc, Ebu-Lübabe, Ruvayfi' b. Sabit'dir. Her bölge fıkıhçılarının, burada bulunan sahabeden aldıkları bilgiye, bunların ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlerde kaza, kendi örf ve adetlerine dayanarak diğer bölge fukahası ile ihtilafa düştükleri olmuştur. Ancak fıkıh tarihi bakımından en önemli guruplaşma Irak Kufe ile Hicaz Medine fukahası arasında olmuştur. Medine'de fıkıh ve hadis ile ilgili bilgiler daha çok olduğu içindir ki, ilk halifelerin sünnetini ihya etmek isteyen Emevi halife Ömer b. Abdulaziz, hilafeti döneminde, Medine'de önce kadı, sonra vali olan Ebu-Bekr b. Hazm'a bir talimat göndererek bu bölgede yaşayan sahabe ve tabiundan hadisler toplayıp yazarak kendisine göndermesini istemiştir. Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan alimlerden bir teyit bulunmadıkça Kufe ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil olarak geçerli görmüyorlardı; gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasî olaylar, kargaşa ve fitnelerin rey ve rivayetlere olumsuz tesiri idi. Emevilerin sonu ile Abbasiler devrinin başlarında Irak medresesinden reyciler ehlu'r-re'y, Hicaz medresesinden de eserciler ehlü'l-eser, ehlü'l-hadis çıkacaktır. Bu iki okul arasında bazı usul farkları bulunmaktadır; halbuki Hicaz ve Irak gurupları arasındaki ihtilaf daha ziyade muhit ve hoca bilgi kaynağı farkına dayanmaktadır. Her iki gurup Kitab, Sünnet ve sahabe icmaını hüküm kaynağı olarak kullanırlar. Hicazlılar Medine halkının örfüne -Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti diyerek- ayrı bir değer verirler, muhitleri gereği olarak hadis malzemeleri de daha zengindir. Iraklılar Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır, mevcut üzerinde daha titiz ayıklama yaparlar ve re'y ictihadına daha fazla yer verirler. Sahabe fakıhlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tabiun fukahası arasında çok sayıda Arap olmayan kimseler mevalî vardır. Bu dönemde önemli merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden başlıca alimleri şöyle bir listede vermek mümkündür Medine'de Said b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr 97/712, el-Kasım b. Muhammed 102/720, Harice b. Zeyd 100/718, Ebu-Bekr b. Abdurrahman 94/713 Süleyman b. Yesar 107/725, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe 98/716-bu yedi fakih "Medine'nin yedi fakihi el-fukahau's-seb'a" diye anılmaktadır- Ebu-Bekr b. Hazm 120/738, Ebu-Ca'fer Muhammed b. Ali 117/735, Rabi'atu'r-re'y 136/753, ez-Zührî 124/742; Mekke'de Atâ b. Ebi-Rebah 115/713, Mücahid 100/718, İkrime 150/767, Süfyan b. Uyeyne 198/813; Basra'da Hasenu'l-Basri 110/728, Muhammed b. Sîrîn 110/728, Katâde 118/736; Kûfe'de Alkame b. Kays 62/682, Şurayh b. el-Hâris 78/679, Mesrûk b. el-Ecda' 63/683, Abdurrahman b. Ebi-Leyla 148/ 765, İbrahimu'n-Nehai 96/714, Hammad b. ebi-Süleyman 120/738; Şam'da Mekhûl 116/734, Ömer b. Abdulaziz 101/ 720, Ebu-İdris el-Halvani; Mısır'da el-Leys b. Sa'd 175/791. Hadisler, fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda kısmen toplanmış olmakla beraber bunların, belli sistemlere göre kitaplaştırılması tasnif fıkhın tedvininden sonra olmuştur. Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emeviler döneminde hicri birinci asrın sonunda ve ikinci asrın başında yazıldığı anlaşılmaktadır. İbnu'l-Kayyim'in verdiği bilgiye göre Zührî'nin fetvaları üç ciltte toplanmıştır. Hasenu'l-Basri'nin konulara göre düzenlenmiş fetvaları ise yedi Bu dönemde yazılıp günümüze kadar gelen dört kitap tesbit edilmiştir 1. Süleyman b. Kays el-Hilalî'nin 95/714 fıkıh kitabı, 2. Katâde b. Di'âme'nin 118/736 el-Menasik isimli eseri, 3. Zeyd b. Ali'nin 122/740 Menasiku'l-hac ve âdâbuh isimli kitabı, aynı yazarın el-Mecmu isimli eseri. Yine bu dönemde yazıldıkları bilindiği halde bize kadar gelememiş kitaplar ve müellifleri de uzunca bir liste teşkil edecek Abbasiler devri fıkhın olgunluk çağıdır. Bu hanedan, hilafeti hakkı olana iade etmek ve hulefa-i raşidin devrini ihya etmek gibi bir dava ile iktidara talip olduklarından, görünüşte de olsa hem din, hem de dünya işlerinde Allah Resulü'nün halifesi ve Müslümanların başkanı olarak davranıyorlardı. Bu tutumun tabiî sonucu olarak din ulemasının söz, fiil, düşünce ve inançlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Bu cümleden olarak Mansur, siyasetine ters düşmeyen alimlere ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği vazifeyi kabul etmediği ve gizlice muhalefeti desteklediği için Ebu-Hanife'yi kırbaçlatmıştır. Mehdi zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip ve tecziyesi için bir daire kurmuştur. Harun Reşid, Ebu-Yusuf'ü kazânın başına getirmiş ve yanından hiç ayırmamıştır. Me'mun Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğuna dair bir emirname çıkarmış, müt'a nikahını münakaşa ettirmiş, cezasına dair emir çıkarmaya teşebbüs etmiştir. Abbasilerin bu tutumları, bilgi ve uygulama olarak fıkhı da etkilemiştir. Sulama nizamı, vergiler, kanallar, çeşitli divanlar vb. dini işlerdi, bunları şeriat esaslarına göre düzenlemek gerekiyordu. Bu yüzden Ebû Yusuf el-Harac'ı yazıyor, diğer müctehidler de çeşitli çözümler ve görüşler üretiyorlardı. Bu dönemde fıkhın gelişmesini ve alanının genişlemesini sağlayan başka amiller de ortaya çıkmıştır 1. Sahabe devrinde fıkhın kaynağı olan Kur'an ve Sünnet'e, tabiun devrinde sahabe ictihadları ve uygulamaları, daha sonraki nesilde tebe'u't-tabi'in ise tabiun ictihadları eklenmiştir. 2. Nazari ve farazi fıkıh çalışmaları hızlanmış; boşama, yemin, adak, azat etme gibi konularda, vuku bulma ihtimali çok uzak meseleler üzerinde durulmuş, fikir temrinleri yapılmıştır. Iraklı fukahanın geliştirdikleri bu harekete bilahare şafii ve maliki fukahası da katılmıştır. 3. İslâm ülkesinin sınırları yeni fetihlerle alabildiğine genişlemiş, birçok kavim ya Müslüman olarak veya Müslümanlara tabi olarak kültürlerini ümmet kültürüne taşımışlardır. Fıkıhçılar yeni ihtiyaçlara cevap ve çözüm ararken bu kültürleri, örf ve adetleri gözden geçirmişler, kimini red, kimini kabul, kimini de tadil ederek fıkha katmışlardır. hac, cihad, ilim gibi maksatlarla seyahetler ederek birbirleriyle görüşme, bilgi ve fikir alış-verişinde bulunma imkânını bulmuşlardır; Mesela Rabi'a Medine'den Irak'a gidip dönmüş, Muhammed b. el-Hasen Medine'ye giderek İmam Malik'in Muvatta'ını okumuş, Şafii Medine, Irak ve Mısır'a gitmiştir. 5. Sahabe ve büyük tabiun devrinde gördüğümüz ictihad ihtilafı, eski sebeplere ek olarak fıkıh alimleri ve meseleler daha da çoğaldığı ve genişleyen İslâm dünyasında örf, adet ve ihtiyaçlar daha ziyade çeşitlendiği için artarak devam etmiştir. 6. İctihad kapısı sonuna kadar açık ve ictihad hürriyeti kâmil manada mevcuttur; kudreti olanlar ictihad ederek dini anlayıp yaşamakta, ictihada kudreti olmayanlar ise müctehidlere tabi olmaktadırlar. Daha önceki dönemde doğmamış bulunan mezhebler, aşağıdaki sebeplerle bu dönemde vücut bulmaya başlamıştır a Daha önceki müctehidler, fıkhın bütün konularında sistemli ictihadlarla hüküm üretmedikleri halde bu dönem müctehidleri bunu yapmışlardır. b İctihadlar belli kitaplarda toplanmış ve bunlardan istifade etmek isteyenler için ulaşma kolaylığı sağlanmıştır. c Hicaz ve Irak gurupları içinden hadis ve rey okulları doğmuş, bu okullara mensup olanlar arasında karşılıklı münakaşalar ve münazaralar yapılmıştır. d Bu tartışmalar, belli okullara mensup müctehidlerin ictihad usullerini sistemli olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde "belli bir müctehidin kendisine mahsus ictihad usulü ve bu usul ile elde edilmiş fıkıh hükümleri bütünü" manasında mezhebler doğmaya başlamış olmakla beraber, hicri dördüncü asra kadar, Müslüman halk dört mezhebe bölünmediği gibi fıkıh mezheblerinin sayısı da dört değildir. Daha birçoğu arasında el-Hasenu'l-Basri, Ebu-Hanife, el-Evzai, Süfyan es-Sevri, el-Leys b. Sa'd, Malik, Süfyan b. Uyeyne, Şafii ve daha sonra İshak b. Râheveyh, Ebu-Sevr, Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zahiri, İbn Cerir et-Taberi'nin mezhebleri meşhurdur. Bunların her birinin farklı ictihad usulleri, buna dayalı reyleri ve hükümleri, çeşitli bölgelere yayılmış tabileri vardır. Abbasiler devrine girerken28 fıkıhçılar arasında tartışılagelen "hüküm çıkarmada rey ve hadise verilecek yer ve değer" konusuna bağlı olarak reyciler ve eserciler diye bilinen yeni bir guruplaşma meydana geldi. Herbirinin aşırı ve mutedilleri ayrı gruplarda değerlendirildiğinde karşımıza dört gurup çıkmaktadır. 1 Aşırı reyciler Sünneti delil ve hüküm kaynağı olarak kabul etmeyen, delil olarak Kur'an'a ve re'ye dayanan bu gurup zaman içinde tarihe karışmış ve eser bırakmamışlardır. Basra mutezilesi veya hariciler içinden çıktığı tahmin edilen bu gurubun görüş ve delillerini Şafii 2 Mutedil reyciler Sünneti delil olarak kabul etmekle beraber sıhhatini tesbit konusunda titiz ölçüler kullanır, hadis rivayetinde çekimser davranırlar. Kıyas, istihsan, maslahat gibi rey içinde yer alan usul ve kaynakları kullanmaktan çekinmezler, farazi meselelere hüküm üretirler, üstadların söylediklerinden hareketle bunlara kıyas yoluyla hüküm çıkarırlar tahric yaparlar. İbn Ebi-Leyla, Ebu-Hanife, Rabi'a, Züfer 158/775, Evzai 176/792, Süfyanu's-Sevri 161/778, Malik 179/795, Ebu-Yusuf 182/ 798, Muhammed 189/805, Osman el-Betti 145/760 bu gurup içinde yer almaktadır. 3 Müfrit eserciler Rey ictihadını, bilhassa bunun en önemli kısmı olan kıyası, sahabe ve tabiun fetvalarını delil olarak kabul etmezler. Bazı mutezile imamlarına da nisbet edilen bu tutum, özellikle "zahiri" ismiyle bilinen mezhebin imamı Davud b. Ali ve tabilerine aittir. 4 Mutedil eserciler Genel olarak hadisçiler mutedil esircilerdir. Rey ve kıyası reddetmemekle beraber buna nadiren başvururlar, hadislerin yanında sahabe ve tabiun fetvalarını da kaynak olarak değerlendirirler, hiçbir re'yi hadise tercih etmezler, farazi meselelerin fıkhını da yapmazlar. Şu'be 160/777, Hammad b. Zeyd 179/795, Ebu-Avâne 170/786, İbn Lehî'a 174/790, Ma'mer b. Raşid 153/770, el-Leys b. Sa'd 165/781, Süfyan b. Uyeyne 198/813, Vekî' b. el-Cerrah 197/812, Şerik 177/ 793, el-Fudayl. b. Iyad 187/803, Abdullah b. Mübarek 165/781, Yahya b. Sa'id el-Kattan 198/813, Abdurrezzak 211/826, Ebu Davud et-Tayalîsî 203/818, Ebu Bekr b. Ebi-Şeybe 230/844, Ahmed b. Hanbel 241/855 ve daha sonraki tabakadan meşhur altı hadis kitabının müellifleri mutedil esercilerin ileri Fıkıh ve mezhebler tarihi müellifleri meşhur mezheb imamlarını, rey ve eser taraftarlarındaki aşırılık ve itidali göz önüne alarak farklı guruplara yerleştirmişlerdir. İbn Kuteybe, Ahmed b. Hanbel'in ismini fıkıhçı olarak zikretmemiş, diğer üç imamı ise reyciler listesine s. 216. Makdisi, Ahsenu't-teqâsîm'de, muhtemelen terimlere farklı manalar vererek bir yerde Ahmed b. Hanbel'i fıkıhçı değil, hadisçi olarak zikretmiş buna mukabil hanefi, maliki, şafii ve zahirileri fıkıh mezhebleri içine almış, bir yerde şafiileri ehl-i hadis, hanefileri ehl-i re'y saymış, bir başka yerde ise Ebu-hanife ve Şafii'yi reyci, İbn Hanbel ve tabilerini hadisçi olarak Şehristani Malik, Şafii, Süfyan. Ahmed b. Hanbel ve Davud'un mensuplarını ehl-i hadis Ebu-Hanife ve mensuplarını ise ehl-i re'y olarak tesbit İbn Haldun'a göre ehl-i Hicaz eserci ve hadisçi, ehl-i Irak ise reycidir. Birincisinin imamı Malik, ikincisinin imamı Ebu-Hanife'dir. Şafii, Ebu-Hanife ve Malik'ten istifade ederek bu iki usulü mezcetmiştir. Ahmed b. Hanbel ise muhaddistir, ancak onun talebesi Ebu-Hanife'nin talebesinden okumuş, faydalanmış ve hanbeli fıkhını tedvin Tedvin Kısmen hadisler ve fıkhın daha önceki devirlerde toplanıp yazıya geçirildiği bilinmektedir. Bu iki ilim dalı dışındaki bütün İslâm ilimlerinin tedvini Abbasiler döneminde Bunlar arasından sünnet, fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerinin tedvini bu asırda önemli gelişmeler kaydetmiştir. a Sünnet Konulara göre sünnetin kitaplara geçirilmesi bu dönemde gerçekleştirilmiş ve daha önce bu usule göre yazılmış bulunan fıkıh kitapları örnek alınmıştır. Hadis dalında meşhur olan altı kitabın el-kütübü's-sitte telifi de bu dönemde gerçekleştirilmiştir. b Fıkıh Emeviler döneminde başlayan fıkhın tedvini, bu dönemde kemmiyet ve keyfiyet olarak zirveye ulaşmıştır. Abdullah b. Mübarek, Ebu-Sevr, İbrahim en-Neha'i, Hammad b. Ebi-Süleyman gibi fıkıh alimlerinin telif ettikleri fıkıh kitapları36 bize kadar ulaşamamıştır. İmam Malik'in, hadislerle beraber sahabe ve tabiun fetvalarını ve kendi ictihadlarını ihtiva eden el-muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsût, el-Asar gibi kitapları, Ebu-Yusuf'un el-Harac'ı ve İmam Şafi'i'nin el-Ümm külliyatı zamanımıza kadar ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve defalarca basılmış eserlerdir. Sonraki fıkıh kitaplarına da örnek olan bu eserlerde takip edilen telif sistemi, bir konu kitab, bab, fasıl içine giren meseleleri ve hükümlerini bir araya getirmek, delillerini zikretmek, farklı ictihadlara cevap vererek bunları çürütmekten ibarettir. Fıkıh kitaplarında bu sistemin meseleci, kazuistik usulün takip edilmesinin sebebi, fıkıh hükümlerinin bir şekilde vahye dayanması zaruretidir; her meselenin hükmüne ait delilin ayet, hadis veya bunları kaynak olarak kullanan istidlalin ayrı ayrı zikredilmesi gerekmiş, bu sebeple küllî, umumî hükümlerden çekinilmiştir. Fıkıhçılar, fıkıh meselelerinin hükmünü çıkarırken dayandıkları, zihinlerinde tuttukları kaideleri, genel hükümleri, fıkıh füru kitaplarında değil, fıkıh usulü ve kava'id kitaplarında zikretmişlerdir. c Fıkıh Usulü Fukaha arasındaki görüş ayrılıkları ve bunlarla ilgili münakaşalar tedvinden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilaf ve tartışmalar bir yandan karşılıklı reddiye kitaplarının yazılmasına, diğer yandan da Fıkıh Usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur. Müctehidler, tartışmaları ve ihtilaf sebeplerini dağınıklıktan kurtarmak ve bir temele oturtmak için kullandıkları delilleri, delillerden hüküm çıkarma ve yorumlama, deliller çelişir gibi göründüğünde uzlaştırma kaidelerini derleyip yazmak durumunda kalmışlar, bu da "usulü'l-fıkh" ismiyle anılan bir ilim dalını oluşturmuştur. Daha sonraki devirlerde yazılan bazı fıkıh usulü kitapları da, belli bir müctehidin ictihadları ile ortaya koyduğu hükümler füru incelenerek elde edilen usul kaidelerinin derlenmesi şeklinde yazılmıştır. Ebu Yusuf ve Muhammed'in Usul konusunda da kitap yazdıkları zikredilmişse de36 bunlar zamanımıza ulaşmamıştır. Elde bulunan ilk Usul kitabı İmam Şafi'i'nin, "Kur'an ve onun hükmü açıklama metodu, nasih-mensuh, haber-i vahid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur'an ile ilişkisi, hadislerin gizli kusurları ilel, icma, ictihad ve ihtilaf" konularını ihtiva eden er-risale'sidir. Fıkhın füru ve usulü tedvin edilirken "farz, vacib, mendub, sünnet, haram, mekruh, şart, rükün, illet, sebep" gibi daha önceki dönemlerde kavramları kesinlik kazanmamış terimler yaygın olarak kullanılmaya başlanmış, daha ziyade vuzuh ve kesinlik Abbasilerin son zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir. Merkezi hakimiyetin sarsılması ve birçok İslâm devletinin kurulması, bu devletlerin aralarında savaşıp barışmaları, çeşitli kültürlerin birbirine karışıp karşılıklı etkileşimin hasıl olması, hak ve batıl birçok fikir cereyanının, inanç ve düşüncenin ortaya çıkıp yayılmasına paralel olarak bu devrede düşünce hayatında müsbet gelişmeler olmuş, ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh ilminde tekamül grafiğinin yükselmesi durmuş, çizgi paralel, hatta aşağıya doğru seyretmeye başlamıştır. Artık büyük müctehidler, mezheb imamları devrinin hür ve mutlak ictihadı, Kitap ve Sünnet kaynaklarından hukukî ve dinî hayata doğrudan çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik ruhu almaya başlamış, sonu gelmez, faydasız tartışmalar yagınlaşmış, mezheb taassubu yerleşmiş ve ictihad kapısı kapanmıştır. 1. Taklit ruhu veya zihniyyeti Fıkıh ile meşgul olan alimler ile halkın kendilerini, ictihadı terkederek belli bir müctehide bağlanma mecburiyetinde hissetmeleri, müctehidlerin rey ve ictihadlarını vahiy gibi bağlayıcı telakki etmeleri "taklit zihniyeti"dir ve bu zihniyet bu dönemin eseridir. Hanefi fıkıhçılarından Ubeydullah el-Kerhî'nin 340/951 şu ifadesi taklit ruhu ve zihniyyetinin tanımı gibidir" Mezhebimizin hükmüne uymayan her ayet ya tevil edilmiştir, yahut da mensuhtur; muhalif hadisler de böyledir; ya tevil edilmiş, zahiri manalarıyla alınmamıştır, yahut da hadis mensuhtur."39 Bu anlayışa göre fıkıhçıyı bağlayan ayet ve hadisler değil, mezheb imamlarının sözleridir; bir ayet veya hadis bu sözlere aykırı gözükürse yine imamın sözü alınacak, naslar ise buna göre yorumlanacak veya hükümden kaldırılmış sayılacaktır. Şafii mezhebinden, İmamu'l-Harameyn'in babası Abdullah b. Yusuf el-Cüveyni 438/1046'nin, mezheb taassubunu terkederek sahih hadislere dayalı el-Muhit isimli bir kitap yazma teşebbüsünden, el-Beyhaki'nin tenkidi üzerine vazgeçmesi de aynı zihniyetin bir başka Taklit zihniyyetinin yerleşip kökleşmesini sağlayan amiller vardır a Yetişkin talebe Her mezheb imamının iyi yetişmiş, yaşadıkları dönemde halkın saygısını ve güvenini kazanmış öğrencileri olmuştur. Kendileri de alim olan bu öğrencilerin hocalarına karşı besledikleri aşırı saygı ve bağlılık, vazife ve menfaatlerde üstadın öğrencilerine verdikleri öncelik daha sonraki öğrencileri ve halkı etkilemiş, gittikçe taklit zihniyetinin kökleşmesine zemin hazırlamıştır. b Siyaset, kazâ ve vakıf menfaatleri Menfaat ve mevkilerin belli bir imamın öğrencilerine verildiği zamanlarda ictihad ehliyetini elde edenler, menfaati tercih ederek bu sıfatlarını açıklamamayı, ictihadlarını, imamın mezheb ve usulü içinde yürütmeyi ictihad fi'l-mezheb'i tercih etmişlerdir. Daha önceki dönemlerde kadılar, müctehidler arasından seçilirdi, giderek hukukî istikrar ihtiyacı ağır bastı, ictihadları kitaplaştırılmış bir müctehide bağlı kadılar tercih edildi. Devlet başkanları sultanlar ve vezirlerin belli bir mezhebi iltizam etmeleri de vazifelerin verilmesinde bu mezhebe bağlı alimlere öncelik sağlıyordu. Bu cümleden olarak Selçuklular daha ziyade hanefi mezhebini tervic etmişlerdir. Ebu-Yusuf'ten beri Abbasilerin bu mezhebe meyilleri ile Selçuklu siyasetine uygunluğu bu tercihte rol oynamıştır. Tuğrul Beyin veziri el-Kunduri'nin, eş'ari ve şafiilere baskı ve zulmüne son vererek bu mezheblere bağlı alimlerin memleketlerine avdetini sağlayan Nizamu'l-mülk'ten sonra şafii mezhebi de ülkede hayat hakkı elde Doğuda Gazneli Mahmud, Batı'da Mısır'da Selahaddin Eyyubi de şafii mezhebi için aynı imkânı sağlamışlardır. Bazı vakıf menfaatlerinin belli bir mezhebe bağlı alim ve öğrencilere tahsis edilmesi de taklit ruhunun yerleşmesine yardım c Tedvin Müctehidin mezhebinin tedvin edilerek kitaplara geçirilmesi, istifade için başvurmayı kolaylaştırmış ve bu gelişme hem o mezhebin yaşamasına yardımcı olmuş, hem de yetişenleri tembelliğe sevketmiştir. 2. Münazara ve münakaşalar Gerçeği bulmaya yönelik tartışmaların faydalı olduğunda şüphe yoktur. Ancak bu dönemde fıkıh alanında sürdürülen tartışmaların amaç ve kemmiyetinde olumsuz gelişmeler olmuştur. Gazzali'nin tesbitine göre bu dönem tartışmalarının amacı nüfuz kazanmak, bilgili görünmek, mezhebin propagandasını yapmak, idarecilere şirin Tartışmalar aşırı derecede çoğalmış ve yaygınlaşmıştır. Başta Irak ve Horasan olmak üzere hiçbir büyük merkez yoktur ki, orada iki büyük alim arasında tartışma yapılmamış 3. Mezheb taassubu Daha önceki dönemde de bir müctehidin ictihad usulü ve bu usule göre çıkardığı hükümler mecmuası manasında mezhebler ve bu mezheblerin tabileri bulunmakla beraber mezheb taassubu yoktu, mezhebler arasına duvarlar çekilmemişti, fıkıh alimleri birbirleriyle görüşür, karşılıklı istifade ederler, halk da gerektiğinde birden fazla müctehidden faydalanırdı. Üçüncü asırdan itibaren başlayan mezheb taassubu gittikçe güçlendi ve adeta düşmanlığa dönüştü. Taassubun çeşitli tezahürleri vardı a Tefrika, fitne ve tahrip Mezhebleri farklı olanların birbiri arkasında namaz kılamayacakları, nikahlarının sahih olmayacağı gibi bölücü telakkiler yayılmış, Bağdad, Rey, Isfahan, Merv şehirlerinde fıkıh mezheblerine mensup guruplar birbirleriyle vuruşmuşlar, nice can ve serveti telef etmişlerdir, Taberî, İhtilaf kitabında, Ahmed b. Hanbel'in görüşlerine yer vermedi diye hanbeliler tarafından taşa tutulmuş, vefat ettiği zaman ancak gece defnedilebilmiştir. b Hatada ısrar taklid, delilsiz olarak uyma ve bağlanma olduğu için karşı tarafın delili kuvvetli, ictihadı isabetli de olsa hatada ısrar edilmiş, "benim imamım en doğrusunu bilir" zihniyetinden hareket edilmiştir. c Muhaliflerin yıpratılması İmamlara, mezheb fıkıhçılarına delile dayanarak muhalefet edenlere hücum edilmiş, bulundukları çevrede dışlanmaları için elden gelen yapılmıştır. d Dördüncü asırdan önce en şerefli bir iş ve farz-ı kifaye derecesinde bir ibadet olarak bilinen ictihada karşı çıkılmış, bu sıfat ve ehliyetlerini açıklayan alimlere eziyet edilmiş, yeni yetişenlerin de cesaretleri kırılmıştır. Bu sebeple dördüncü asırdan itibaren "mutlak müstakil ictihad" nadir hale gelmiş, mezhebde ve meselede ictihad birkaç asır daha devam etmiş. Giderek o da azalmış ve yerini koyu taklide Mezheb imamlarının müctehid talebelerindensonra başlayan bu devirde tedvin hareketini, takip edilen usul ve gaye bakımından birkaç guruba ayırmak gerekir 1. Mezheb hükümlerinin usul ve dayanaklarını tesbit için yazılan kitaplar İctihad hareketi duraklayınca yürüyen hayatın ihtiyaçlarını karşılamak ve imamlardan sonra meydana gelen boşlukları doldurabilmek için "tahric" diye -daha önceki uygulamadan farklı- yeni bir usul icad edilmiştir; bunu yapanlar ehlü't-tahric, el-muharricun önce imamın ictihadlarını inceleyerek her bir hükümde dayandığı usul ve illeti tesbit etmekte, sonra bunu esas alarak emsal hükümler Ebü'l-Haseni'l-Kerhi 340/951 ve Debbûsi 439/1039'nin risaleleri ile Ebu-Bekir-Razî el-Cessas 370/980, Ali b. Muhammed el-Ezdevî 383/1090, Şemsü'l-eimmeti's-Serahsi 483/1090'nin usul ve fürua dair kitapları bu maksatla yazılmıştır. İmam Şafi'i usulünü bizzat yazdığı için şafii mezhebinde fürudan usule değil, tersine bir metod gelişmiştir. Aynı fıkıh döneminde, usulden hareket eden ve "şafii veya kelamcılar mesleği" denilen bu usule göre de kitaplar yazılmıştır. Ebu'l-Huseyni'l-Basri 413/1022'nin el-Mu'temed, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni 478/1085'nin el-Bürhan, Gazzali 505/1111'nin el-Müstesfa isimli usul kitapları bu nev'in seçkin örnekleridir. 2. Tercih amacına yönelik eserler Mezheb imamlarının ictihadları talebeleri tarafından derlenip yazılırken birbirini tutmayan ve açıklamaya muhtaç bulunan ictihad ve reyler de bir araya gelmiştir. Bunların imama ait ve muteber olanlarını böyle olmayanlardan ayırmak için yapılan çalışmalara tercih denilmiş; bu da rivayet ve dirayet diye iki nevi olmuştur. Rivayet bakımından tercih, imamın kavlini nakleden ravinin öğrenci fakihin güvenilirliğine göre yapılmaktadır. Bu cümleden olarak hanefiler, İmam Muhammed'in kitaplarından mevsuk olarak nakledilenleri tercih etmişlerdir. Ebu-Hafs el-Kebir, el-Cevzecani gibi hanefilerin rivayetlerine dayanan kitaplar bu kabildendir ve bunlara "zahiru'r-rivaye" denilmektedir. Daha zayıf rivayetlerle nakledilenler ise "nadiru'r-rivaye ve nevadir" adını almaktadır. Şafiiler er-Rabi'in rivayetini, el-Müzenî ve diğer öğrenci ravilerin rivayetlerine tercih etmişlerdir. Malikiler ise İbnu'l-Kasim'in rivayetini daha sağlam bulmuşlardır. Bir imamdan nakledilen ve rivayet yönünden eşit derecede mevsuk bulunan veya biri imama, diğeri yine mezhebin imamı sayılan talebesine ait bulunan iki zıt görüşten birini, Kitab'a, Sünnet'e, usule bakarak tercih etme işi de "dirayet yoluyla tercih"tir ve bu dönemde başlamıştır. Bu nevi çalışmaların hâlâ kullanılan örnekleri vardır İmam Muhammed'in mevsuk altı kitabını el-Hakimu'ş-şehid el-Mervezi 334/945, el-Kafi isimli eserinde özetlemiş, Serahsi de bu eseri el-Mebsut isimli kitabında şerh ve ikmal eylemiştir. İmam Malik'in mezhebini ihtiva eden el-Müdevvene'yi, İbn Ebi-Zeyd el-Kayravani 386/996 ve Ebu-Sa'id el-Berad'i 372/982 yukarıda açıklanan usulü kullanarak ihtisar etmişlerdir. Şafiilerden eş-Şirazi'nin el-Mühezzeb'i, Gazzali'nin Basit, Vesit ve Veciz isimli kitapları da aynı nev'in örnekleridir. 3. Mezheb savunmasına yönelik kitaplar Mezheblerin farklı, birbirine ters düşen hükümlerini bir kitapta toplayıp mukayese ederek bir sonuca varmak istiyen fıkıhçılar "el-Hilaf" ismiyle bilinen yeni bir fıkıh bilim dalı meydana getirmişlerdir. Bunlar da iki guruba ayrılır. Birinci gurubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğer mezheblerin delillerini çürütmektir; yukarıda zikredilen kitaplar bu nev'in de örnekleri sayılabilir; ayrıca Debbusi'nin bu mevzudaki eseri ilk hilaf kitabı olarak İkinci gurubun gayesi ise İslâm'ın umumi olarak bağlayıcı ve muteber delillerinden hareket ederek fıkıhçıların ihtilaf ettikleri hükümleri incelemek ve isabetli olanı tesbite çalışmaktır. Taberi'nin İhtilafu'l-fukaha'sı böyle bir eserdir. İbn Rüşd'ün 595/1198 Bidayetu'l-müctehid nihayetu'l-muktesıd, İbn Kudame'nin 620/1223 el-Muğni, İbn Hazm'in 456/1063 el-Muhalla isimli kitapları kısmen de olsa bu tercih çalışmalarına örnek olarak zikredilebilir. Bu fıkıh döneminde adliye teşkilatı ve kanunlaştırma konularında da önemli gelişmeler olmuştur. Abbasiler devrinin birinci döneminde H. 232-334 giderek ictihad hareketi duraklamış, mezhebler doğmuş ve kadılar hükümlerini bu mezheblerden birine göre -mesela Irak'ta hanefi, Şam ve Mağrib'de maliki, Mısır'da şafii mezhebine göre- vermişlerdir. Mahkemeye, kadının bağlı bulunduğu mezheb dışından biri başvurduğunda kadı, o dava için, davacının mezhebinden bir naib tayin etmiştir. Kadıların vazife ve salahiyetleri genişlemiş, daha önce medeni ve cezai davalara bakan kadılar artık vakıflar, vasiler, emniyet, belediye işleri, darbhane, hazine işleriyle de meşgul olmuşlardır. Hem duruşma yazıya geçirildiği, hem de yazılı vesikalara önem verilir olduğu için fıkha, "şurut" ve "sicillat" gibi kavramlar ve müesseler girmiştir. Abbasilerin ikinci döneminde H. 334-656 bilhassa şii Büveyhilerin Bağdad'a hakim oldukları zamanda kadılık makamına, önemli bir meblağ ödenerek gelinebilmiş, bunun sonucu olarak dava taraflarından mahkeme harcı alınmıştır. Selçukluların hakimiyet bölgesinde kaza, umumi hatlarıyla Abbasilerin ilk döneminde olduğu gibidir. Hanefi ve kısmen şafii mezhebine göre hüküm verilmiştir. Şer'i mahkemelerin yanında kamu düzenini bozan veya siyasî yönü bulunan suçlara bakan "örfi mahkemeler" kurulmuştur. Ayrıca ordu mensuplarının şer'i davalarına bakan "kadı-askerlik" kurumu da faaliyete Selçukluların, Uygurlar ve Hazarlar'da mevcut din ve dünya işlerini birbirinden ayıran bir devlet telakkisini ilk defa İslâm aleminde uyguladıkları, kamu menfaatini korumak için dini hukukun fıkhın nazari ve dar kalıplarını terkettikleri iddiası49 bilgi eksikliğine ve acele edilmiş bir genellemeye dayanmaktadır. Bu iddiaya delil olarak halifelerin dünya işlerine karıştırılmamaları, şeriata aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örfü adetlerinin uygulanması ve askeri ikta gibi bazı toprak tasarrufları ileri sürülmüştür. Sözde halifelerin dünya işlerine iktidara karıştırılmaması onların iktidarsızlıklarından kaynaklanmıştır, görünüşte halifeye bağlı bulunan sultanların uyguladıkları hukuk İslâm hukukudur. Kamu menfaatini korumak için -buna ters düşer gibi gözüken-nasların askıya alınması, fıkıh hükümlerinin terkedilmesi, Hz. Ömer zamanından itibaren yine fıkıh şeriat içinde yer alan maslahat ve zaruret prensipleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. İslâm'ın kesin hükümlerine aykırı olmayan örf ve adetlerin uygulanması Hz. Peygamber'den beri cari olmuştur. Ikta usulü yine kamu yararı prensibine bağlı olarak Hz. Ömer devrinde başlamıştır, Nizamu'l-mülk'ün yaptığı bunun bir nev'i olan askerî ikta uygulamasıdır. Şeriatın belirlediği suç ve cezalar dışında kalan suçlar için belli cezaların verilmesi "tazir" alanına girer ve bu uygulama, İslâm'ın, ülü'l-emre tanıdığı salahiyete Bir ferdin, toplumun, devletin herhangi bir uygulaması, niyet ve beyan şeklinde İslâm'ı terketmeye dayanmayıp, meşruiyetini -zorlama yorumlarla da olsa- dinden aldığı müddetçe laik ve din dışı oluştan, şeriatın terkedilmesinden söz edilemez. Moğol istilasından Mecelle'ye kadar süren dönem fıkhın gerileme çağıdır. Hukuk ilmi ve kurumlarının gelişmesinde onu uygulayan yönetim ve devletin rolü önemlidir. Abbasi ve Selçuklu hakimiyetine son veren Moğollar, İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a kadar 1271-1304 devleti, Cengiz yasasına göre idare etmişler, halkı şahsî ve dinî işlerinde serbest bırakmışlardır. Halk ve fıkıhçılar belli mezheblere sımsıkı sarılmış bunları bir meşru savunma aracı olarak kullanmışlar, ictihada ve mezhebler arası iletişime kapılarını kapamışlardır. Çeşitli maksatlarla yapılan seyahatler yoluyla fıkıhçılar arasında kurulan bağlar ve ilişkiler bu dönemde zayıflamış, her mezheb fıkıhçısı kendi kabuğuna çekilmiştir. Müctehidlerin ve talebelerinin fakih yetiştiren kitaplarının okunması terkedilmiş, onların yerine hazır hüküm ve bilgileri, delilsiz, tahlilsiz, tartışmasız- nakleden kitaplar okunur olmuştur. Medreselerde belli zaman içinde fıkhın bütün konularını okutabilmek için başlatılan ihtisar ve metin yazarlığı giderek bir san'at şeklini almış, bilmece haline gelen metinlere bu defa şerhler ve haşiyeler yazma gereği hasıl olmuştur. İctihadın çözüm getiren ışığı söndürülünce yürüyen hayatın ihtiyaçları, amaçtan uzak, şekle bağlı yorumlar ve hileler el-hiyel ve'l-meharic ile karşılanmış, bu da fıkhın, Müslüman hayatını kuşatma kabiliyetini olumsuz etkilemiştir. Mısır Abbasileri ve Memlukler devirlerinde, bir ara Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi canlanır gibi olmuş, ancak teşvik görecek yerde baskı ve hücuma maruz kaldığından yaygınlık kazanamamıştır. Hicri altıncı asrın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde, devlet eliyle bir ictihad hareketi başlatılmış, fakat başarılı olamamıştır. Muvahhidilerin hükümdarı Abdulmümin b. Ali'nin tasarladığı, oğlunun
fıkıh ilminde yeni gelişmeler nelerdir